Fransa’nın 1958 yılında kabul edilen Beşinci Cumhuriyet Anayasası ile başlayan halihazır dönemi ülkenin yakın tarihinde gördüğü en istikrarlı yılları olmuştur. 1789 yılında başlayan ihtilal ile Cumhuriyetin kalıcı bir rejim halini aldığı 1870’e kadar Fransa dört kral (hapiste ölen çocuk kral XVII. Lui’i de sayarsak beş), İki İmparator (bebek imparator II. Napolyon’u da sayarsak üç) ve iki Cumhuriyet görmüştü. Bu arada ülke 1789, 1830 ve 1848 yıllarında halk ihtilallerine, amca ve yeğen Napolyon’ların askeri darbelerine ve 1870-71’de kısa süren bir iç savaşa sahne olmuştu. 1870 yılında kurulan III. Cumhuriyet aslında seçilen parlamentonun çoğunluğunun kraliyeti geri getirmesini istemesine rağmen, kral namzedinin bildiğimiz üç renkli ve 1789 ihtilalini simgeleyen bayrak yerine atalarının bayrağı üzerinde ısrar etmesi üzerine kerhen kurulmuştu. İstikrarsız bir parlamenter rejim şeklini alan III. Cumhuriyetin sonu da pek parlak olmadı. 1930’larda sağ-sol çatışmalarına sahne oldu, daha sonra da 1940 yılında Alman işgali ile sona erdi. Bu dönemi Yunus Emre Erdölen iki gün önce bu sütunlarda güzel bir şekilde özetledi.
Savaştan sonra milli kahraman ve geçici hükümet başkanı General De Gaulle parlamenter rejimin yeniden kurulmasını istemedi. Ancak siyasetçiler onun görüşünü kabul etmedi ve 1946 yılında IV. Cumhuriyet Anayasası yine parlamenter rejim üzerine kuruldu. Yarı başkanlık rejimini isteyen de Gaulle bunun üzerine siyasetten çekilme kararı aldı. 1954 yılında başlayan Cezayir bağımsızlık savaşına siyasetçilerin çözüm bulamaması üzerine tekrar milli kahramana dönme mecburiyetinde kaldıklarında, de Gaulle bu defa kafasındaki rejimi dayatma imkanını buldu. Siyasetçilerin almaya cesaret edemedikleri kararları ancak kendisi gibi çok büyük prestij sahibi olan bir kişi alabilecekti. İç savaşa dönüşme tehlikesi gösteren Cezayir savaşını ülkenin bağımsızlığını kabul etmek suretiyle sonlandırdı ve kısa bir zamanda Fransa’da istediği rejimi kurdu. Bu rejim halihazırda yürürlükte olan Beşinci Cumhuriyettir. De Gaulle’un kişisel tercihlerine göre dizayn edilmiş anayasa halk tarafından seçilmiş olan Cumhurbaşkanına dış ilişkiler ve savunma alanında mutlak yetki vermekte, yine Cumhurbaşkanı tarafından atanan ve istediğinde azledilen başbakanın ise daha çok içişlerinden sorumlu bir rolü olduğu görülmektedir. Sistemin çalışması Millet Meclisinde hükümetin istediği kanunları geçirecek bir çoğunluğa sahip olmasını gerektirmektedir. Geçmişte üç defa Cumhurbaşkanının bir partiden, Meclis çoğunluğunun ise Cumhurbaşkanına muhalif olan tarafta olduğu dönemler olmuştur. Bunlara birlikte yaşama (cohabitation) denmiştir ancak kısa sürmüşlerdir. Ayrıca her iki taraf da sistem partilerine mensup olup rejimi tartışma gibi bir niyetleri yoktu.
Halk Cumhurbaşkanı seçtiği kişiye en azından ilk döneminde ülkeyi yönetecek bir meclis çoğunluğu vermiştir. Macron’un ilk döneminde de bu olmuştur. Ancak ikinci döneminin başlangıcında yapılan genel seçimlerde meclis çoğunluğunu kaybetmiş, karşısındaki muhalefetin bölünmüş olması sayesinde ve anayasanın 49 (3) maddesinin kendisine verdiği kanun geçirmek için güven oylamasına müracaat etme imkanını sık sık kullanma suretiyle meclisi baskı altında tutmaya başarmıştır. Güven oylamasının hükümet tarafından kaybedilmesi halinde meclisin feshedilmesi tehlikesi karşısında muhalefet milletvekilleri hükümeti düşürmekten kaçınmışlardır. Macron ikinci döneminin başlıca reformlarının başında gelen emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkarma kanununu ve birçok başka kanunu bu yoldan kabul ettirmiştir.
Beşinci Cumhuriyet yukarıda çok kısa bir şekilde özetlediğim yakın Fransız tarihinde arka arkaya gelen rejimlerin en istikrarlısını teşkil etmiştir şüphesiz. Bugüne kadar Cumhurbaşkanları gerektiğinde uzlaşmaya müracaat etme durumda kalsalar dahi ülkeyi yönetemez bir hale gelmemişlerdir. Gerçi Fransız halkının kendisini yönetenlere karşı geleneksel itimatsızlık duygusunun zaman içinde artması nedeniyle Macron’dan önceki iki Cumhurbaşkanı sadece birer dönemine seçilmişler, selefi François Hollande kaybedeceğini hissettiği ikinci dönem seçimine girmeye bile yanaşmamıştır.
Macron’un özelliği Beşinci Cumhuriyet döneminde, ancak geriye bakıldığında 1870’ten itibaren ülkeyi yöneten geleneksel sağ ve sol cephelere ait olmamasıdır. Aslında selefi Sosyalist kökenli François Hollande döneminde bir ara Maliye bakanlığı yapmış olmasına rağmen her iki cepheye eşit mesafeli ve liberal görüşü savunan yeni bir oluşum yaratmıştır. O kadar ki 2017’de kazandığı Cumhurbaşkanlığı ilk seçiminden sonra yapılan genel seçimlerde geleneksel partiler silinmiş ve Macron’un çok kısa zamanda kurduğu partisi mutlak çoğunluğu elde etmiştir.
Ancak Macron‘un verilen imkanı çok iyi kullandığı söylenemez. Halka yukarıdan bakan, kendisinden başka kimseyi dinlemeyen kişiliği antipati yaratmıştır. Ayrıca belirlediği siyasette haklı veya haksız zenginleri kolladığı yolunda verdiği izlenim aleyhine kullanılmış, başta yasa dışı göç sorunu olmak üzere halkın duyarlı olduğu konularda gerekli adımları atma ihtiyacını duymamış olması nedeniyle kamuoyu desteğini gittikçe kaybeder olmuştur. Bir diğer hatası ise köklü bir yapıya sahip bir parti kurma ihtiyacını duymamış olması, kendisini seçilmiş kral olarak görerek istediklerini yapacak güce hep sahip olacağı kibrinin etkisi altında kalmış olmasıdır.
Bunun neticesinde 9 Haziran’da yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde partisi aşırı sağ ve aşırı soldan sonra üçüncü sıraya düşmüştür. Macron’un sağ ve soldan ayrı bir yapı kurmasının bir neticesi de orta sağ ile orta sol partilerinin zayıflaması, uç hareketlerinin güçlenmesine yol açması olmuştur.
Macron 9 Haziran akşamı, seçim neticeleri belli olur olmaz meclisi feshetme kararını yine kimseye danışmadan almış ve ülkeyi üç hafta sonra 30 Haziran ve 7 Temmuz günleri erken genel seçime götürme kararını tek başına almıştır. Aslında yaptığı çok mantıksız değildi. 9 Haziran yenilgisinden sonra ülkeyi hiçbir şey olmamış gibi yönetmeye devam etmeye çalışması sokaklara düşme alışkanlığı köklü olan Fransa’da dayanılmaz halk hareketlerine yol açacaktı. Bu seçimlerden kendi görevi direkt olarak etkilenmeyecek. Anayasaya göre ikinci ve son görev süresi Mayıs 2027’de sona erecek, istifa etmezse en kötü ihtimalle Fransa yine bir birlikte yaşama dönemi görecektir.
Macron’un yaptığı hesap anlaşıldığı kadar şu iki noktaya dayanmaktadır. Birincisi AP seçimlerinin halka öfkesini ifade etme imkanı veren bir fırsat teşkil ettiğini, ancak genel seçimlerde kızgınlığın kenara bırakılarak rasyonel esaslar üzerinde oy verileceği düşüncesidir. Buna göre seçim kararını aldığında Macron seçmenin genel seçimlerde farklı hareket edeceğini ve dolayısıyla iktidarda kalan son üç yılında birlikte çalışabileceği bir meclis çoğunluğunun karşısına çıkacağını ümit etmekteydi. İkinci düşünce ise bu hesap tutmaz da aşırı sağ iktidara geldiği takdirde hiçbir devlet tecrübesi bulunmayan 28 yaşındaki Başbakan adayı Jordan Bardella’nın işin altından kalkamayacağı, 2027 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gelindiğinde aşırı sağın hezimete uğramış olacağı ve dolayısıyla partinin adayı Marine Le Pen’in yine seçilemeyeceği yönündedir.
Kamuoyu yoklamalarına bakılırsa seçmenin uçlardan ortaya kaydığına ilişkin bir işaret henüz mevcut değil. Aşırı sağ Milli Birlik (RN) oyların %33, aşırı sol Yeni Halk Cephesi (NFP) %28-30, Macron’un Yeniden Doğuş hareketi (Renaissance) %20 ile üçüncü sırada olduğunu görülmektedir. Gerçi son günlerde Macron’u destekleyenlerin oranı biraz yükselmeye başlamış ancak yine de yetersiz kalmaktadır. Orta sağdaki Cumhuriyetçi (LR) parti ise bölünmüş vaziyette. O kadar ki Parti lideri aşırı sağ ile işbirliği yapacağını ilan etmesi üzerine partiden ihraç edilmeye kalkışılmış, ancak mahkeme yoluyla bu ihraç engellenmiştir.
Fransa’da Millet Meclisi seçimlerinin iki turlu olması ve ikinci tura ilk turda seçmenin %12,5’unun, yani kullanılan oyların takriben %20’sini almış olan partilerin girme hakkına sahip olması iki tur arasında her türlü pazarlığa yol açmaktadır. Dolayısıyla şimdiden kimin başı çekeceğini kestirmek pek mümkün değil. Ancak seçmende son dakika uyanması meydana gelmediği takdirde, uçlardan birinin galip gelmesi ihtimali kuvvetli gözükmektedir.
Her iki partinin programlarına bakıldığında ürkütücü yönleriyle karşılaşılmaktadır. Her ikisinin de ekonomik politikaları popülist yönleri ağır basan, ülkemizde kötü hatıratalar bırakan heterodoks kelimesiyle tanımlanması mümkün. Her iki parti de yaşlanan bir nüfus için eşyanın tabiatına aykırı bir şekilde emeklilik yaşını yeniden 62’ye hatta 60’a düşürmeyi öngörmektedir. Yeni Halk Cephesi zenginleri sömürmek olarak tarif edilecek yüksek vergilere dayanan, Milli Birlik ise nitelikleri belli olmayan tasarruf tedbirleriyle ve borçlanma ile elde edilecek paralarla popülist bir takım adımlar atmayı öngörmektedir. Her ikisinin programları AB kurumları ile ihtilaflara yol açacak zira öngördükleri adımlar zaten ülkenin bütçe açığı AB kurallarını iyice aşmışken onu daha da büyütecektir. Dış politikaları da aynı ölçüde alışılmışın dışındadır. Sol cephe NATO askeri kanadından çekilmeyi, AB’nin askeri gücünün arttırılmasının engellenmesi gibi çağın gereklerine uymayan hedefler belirlemektedir. Milli Birlik de Ukrayna savaşında Fransa’nın bu ülkeye verdiği kuvvetli askeri desteği geri çekmeyi öngörmektedir. Gerçi radikal programlarla seçim kazanan partilerin iktidarı ele geçirdiklerinde programlarını gerçeklere uyarlamak durumunda kaldıkları sık sık görülmüştür. Avrupa’daki en son örnek İtalya’dır.
Tabii dış politika ve savunma konuları yukarıda da belirttiğim gibi üç yıl daha iktidar imkânı bulunan Macron’un uhdesindedir. Ancak neticesi hesaplanmayan ani kararlar verdiğini gördüğümüz adı geçenin kafası bozulup istifa etmesi imkânsız değildir. Özellikle 28 yaşındaki Bardella’nın arkasında kuvvetli bir halk desteğiyle başbakanlığı ele geçirmesi halinde Macron’u sıkıştırma imkanları artacaktır. Macron, AB zirvelerinde ülkeyi temsil etmeye devam edecek, ancak başta Dışişleri Bakanları olmak üzere Bakan Konseylerinde kendisine karşı olan hükümetin bakanları ülkeyi temsil edecektir. En hafif tabiriyle bir kargaşa yaşanması muhtemeldir. Zira önceki “cohabitation” dönemlerinden farklı olarak bu sefer hükümeti kurmaları olası olan partilerin sisteme yani Beşinci Cumhuriyete eskiden olduğu kadar bağlı oldukları söylenemez.
Sol cephenin uçuk ekonomik politikaları şimdiden sermayeyi ürkütmeye başlamıştır. Büyük sermaye sahiplerinin bir kısmı bu nedenle aşırı sağa eğilim göstermektedir. Şüphe yok ki aşırı solun iktidara gelmesi halinde Fransız ekonomisi büyük bir darbe yiyecek, sermaye ülkeden kaçacak ve büyük bir ekonomik kriz yaşanacaktır. Aşırı sağın kazanması ise AB ile ilişkilerde bunalımlı bir dönemin kapısını açacaktır. Almanya ile birlikte AB’nin motörlerinden birini teşkil eden Fransa’nın Milli Birlik hükümeti altında AB değerlerinden ve ilkelerinden uzaklaşması altından kolayca kalkılamayacak bir yüke yol açacaktır.
Bir ihtimal de her iki cephenin hükümeti kuracak güce sahip olmaması, geçici bir teknokrat hükümetinin kurulmasıdır. Fransa’nın yakın tarihinde görülmemiş olan bu seçeneğin gerçekleşirse çok olumlu neticeler vermesi beklenmemektedir.
Tabii ülkemizde Fransa yönetimlerine karşı duyulan köklü antipatiden dolayı ülkenin bir belirsizlik ve istikrarsızlık ortamına sürüklenmesinden memnuniyet duyacakların sayısının çok olacağını tahmin etmek zor değildir. Ancak liberal demokrasinin beşiklerinden birinin demokrasinin temel değerlerinden uzaklaşması ülkemizin de tarihinde ilk defa demokratik hukuk devleti olmasını isteyen zümreler için bence istenecek bir sonuç değildir.
Dolayısıyla seçmenin son dakikada şapkasını önüne koyup ülke dengelerini alt üst edecek bir sonuç lehine oy vermeyeceğini ümit etmek istiyorum. Seçimlerin ülkemizle ilişkiler üzerindeki etkilerini ayrıca inceleriz. Ancak şimdiden söylenebilecek şey her iki uçtan hangisi kazanırsa kazansın uzunca bir süredir bozuk olan ülkemizle ilişkilerin farklı nedenlerle de olsa normalleşmesini beklemek yanlış olur.